Terk edilen masal kasabası Halfeti
Gaziantep’ten Urfa’ya geçerken uğrayacağımız iki önemli nokta vardı. Bir tanesi Zeugma Antik Kenti, diğeri ise görmeden buralardan dönmemeye kararlı olduğumuz Halfeti. Zeugma Antik Kenti’nde kazılardan elde edilenleri, masal kenti Halfeti’de ise terk edilen evleri gördük.
Gaziantep’ten kiraladığımız bir araçla Nizip’e ulaşmamız 45 dakika kadar sürdü. Yeni asfaltlanan bir yolla Nizip’ten Birecik Barajı kıyısına ulaştık. Zeugma Antik Kenti’nin hemen yanındaydık ve yürüyerek kazı alanına ulaştık. Birecik Barajı kıyısında, bir kısmı sular altında kalan kentte kazı çalışmaları 1987 yılından beri devam ediyor. Burada elde edilen eserler Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi’ne ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne dönem dönem taşınıyor.
Dionysos ve Danae Villaları kazı sonrasında korunması amacıyla iki yıl önce inşa edilen bir çatı sistemi ile korumaya alınmış. Buradaki amaç tarihi eserleri hem gün ışığından hem de yağmurdan korumak. Biz bu kazılarda çıkartılan eserleri en ince ayrıntısına kadar Zeugma Antik Müzesi’nde incelediğimiz için bu Antik Kenti de görmeyi çok istemiştik.
MUHTEŞEM ÜÇLÜYÜ TAMAMLAYIN
Zeugma Antik Kenti’nde son dönemde çıkartılan ‘bulla’ların (mühür baskı) sayısı 100 bine ulaşmış durumda. Ve uzmanlara göre de bu bir Dünya rekoru. Ayrıca sadece Efes Antik Kenti’nde görülen Roma Villaları’nın benzerlerine kazı sonucunda burada da rastlanmış. Zeugma Antik Kenti’nde çıkartılan mozaiklerin bin metrekareyi bulması Zeugma’nın tam anlamıyla bir mozaik kent olduğunu da gösteriyor.
Zeugma Antik Kenti’nde yapılan kazı çalışmalarını, Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde bullaların çoğunu ve Zeugma Mozaik Müzesi’nde kazıda elde edilen mozaikleri, Roma kalıntılarını incelediğinizde muhteşem üçlü adresi tamamlamış olacaksınız demektir. Lafı geçmişken yolunuz Antep’e düşerse bence Türkiye’nin en özel müzelerinden biri olan Zeugma Mozaik Müzesi’ni görmeden yolunuza devam etmeyin. Biz müzeleri gezdikten sonra Zeugma Antik Kenti’ni de görüp yolumuza devam ediyoruz. İstikamet ise bizde büyük merak uyandıran Halfeti!
Öğle vaktinde ayrıldığımız Nizip’ten yarım saat uzaklıktaki Halfeti’ye ulaşmamız pek de zor olmuyor. Fırat Nehri’nin üzerinden geçip ‘Fırat’ın doğusu’na geçiş yapmış oluyoruz. Nehir kenarındaki evler için buraların yalıları benzetmesi yapıyor benzincideki arkadaş. Hakikaten de görüntü çok hoş. Karnımızı doyuracağımız nehir kenarı bir mekân bulamayınca hakkımızı Halfeti’de haşhaşlı kebaptan yana kullanmak için biraz daha sabrediyoruz. Yol kenarlarında alabildiğince büyük araziler var. Bu arazilerde de yüzlerce fıstık ağacı!
Asfalt yoldan tam aşağı iniyorduk ki solumuzda Fırat ve Halfeti’yi gördük. Bu doğa harikasını kaçıramazdık. Araçtan inip yolun kenarına çömeldik ve bu kenti, nice sevgiliye ev sahipliği yapan bölgeyi, ağıtlara, türkülere ilham kaynağı olan Fırat’ı öylece, açlığımızı, yorgunluğumuzu unutup izledik. Doymuş gibiydik. Sonrası bu kentin sokaklarında gizliydi.
FIRAT NEHRİ ÜZERİNDE HAŞHAŞ KEBABI
Halfeti bir masal kasabası benim için. İlçe demeye dilim varmıyor nedense. Gerçekte böyle bir yer olduğuna, görmesem inanmazdım. Düşünsenize eviniz çok sıcak olduğu için terasında uyuyorsunuz. Sabah uyandığınızda elinizi uzatsanız Fırat Nehri’nden bir avuç su alıp yüzünüze vurabilirsiniz. Ezanla birlikte camiye gitmek isteseniz caminin yarısı sular altında. Evde değil de değişiklik yapıp dışarıda yemek yeseniz, nehrin üzerine dubalarla oturtulmuş bir restorandasınız. Halfeti, inanılmaz bir yer. Masalların içinden çıkıp günümüz çocukları için yaratılmış bir oyun alanı adeta. Halfeti’ye vardığımızda kapısının önünü temizleyen teyzenin samimiyetinden “nerede kaldınız, haydi içeriye, yemek hazır” diyeceğini sandım bir an için.
İlk yapmamız gereken nehir üzerine dubalarla oturtulmuş restoranlardan (teknelerden) bir tanesine kurulup karnımızı doyurmaktı. Mevsim kış, ama hava sıcaktı. Haşhaşlı kebabımızı buz gibi biramız eşliğinde yiyecektik. Aslında lezzet konusunda çok da özel bir tat beklemiyorduk. Tahmin ettiğimiz gibi de oldu aslında. Burada atmosfer önemliydi; salaş bir restoran tekne, arkadaşlarımızla aynı sofrada olmak ve Fırat Nehri. Masamızdaki arkadaşlarımızdan bazıları patlıcan kebap, bazılarımızsa haşhaş kebabı söylemiştik. Özenle hazırlanmış kebapları afiyetle yedik.
EVLERİNİ TERK ETMEK ZORUNDA KALMIŞLAR
Halfeti’ye ayırdığımız vakit ya Fırat Nehri üzerinde tekne gezisi yapmamıza olanak sağlıyordu ya da Halfeti sokaklarını arşınlamamıza. Zira hava iki saat kadar sonra kararmaya yüz tutacaktı. Bir tercih yapmamız gerekiyordu ve biz sokakları seçtik, sokaklardan Fırat’ı izlemeyi…
Siyah gülün dünyada yetiştiği tek yer olarak da bilinen Halfeti’nin sokaklarında yürümeye başladık. Evlerin birçoğu terk edilmişti ne yazık ki. Birecik Barajı nedeniyle ilçenin bir kısmı sular altında kalınca, buradaki yöre halkı da yeni yapılaşma ile oluşturulan Yeni Halfeti’ye göç etmek zorunda kalmış. Evlerin neredeyse tamamı taş ev, bir veya iki kattan oluşuyor ve pastel açık turuncu renginde. Aslında Halfeti’ye kendinizi pek veremezseniz buradan ürkebilirsiniz de. Çünkü sokaklarda çok fazla insan yok, bölgenin yarısı sular altında, evlerin bazıları terk edilmiş ve inanılmaz bir sessizlik var.
Kendisi sular altında, minaresi henüz sulara yenilmemiş eski caminin dar minaresinden tırmandık biz de gökyüzüne doğru. Sokakları bitirip de, bir de minareden hem Fırat’a, hem Halfeti evlerine baktık uzunca. İnsanın burada hayal gücü de gelişiyor. Minareden, kaybolan Halfeti’ye baktığınızda henüz sular altında kalmamış olan kıyıda halay çeken gençleri, rakı içen ağır abileri, el ele yürüyen sevgilileri, hediyelik eşya satan tezgahları, sırtına çantasını asıp uzaklardan buraları gezmeye gelmiş turistleri, gül bahçelerini hayal ediyor insan. Keşke demeden alamıyor kendini…
Caminin minaresinde hayaller kurup, buraları fotoğrafladıktan sonra güneşin bir yerlerde doğduğunu hatırlayıp, buralarda battığına şahit olurken, Fırat’a ayaklarımızı uzatıp pek de hoş olmayan sesimizle, Hamo dayıya selam durup Fırat Ağıtı’nı da söyleyiverdik Halfeti’de.
FIRAT TÜRKÜSÜ VE HİKÂYESİ
Geçmiş zamanın birinde Hamo Dayı, Fırat Nehri’ni geçerek Urfa’da askerliğini yapmakta olan oğlunu ziyaret etmek ister. O zamanlarda Fırat Nehri sadece ilkel salla geçiliyordu. Hamo Dayı hayvanlarla birlikte sala biner. Nehrin tam ortasında atın bir tanesi ürker, atın ürkmesiyle sal dengesini kaybedip devrilir. Sal devrilince Hamo Dayı ve salın içindekiler boğulur. Ailesi, bu olaydan habersiz günlerce Hamo Dayı’nın yolunu gözler. Bir gün kara haber köye ulaşır. Ailesi bu olay üzerine ağıtlar yakar ve Fırat Türküsü ağıtlar sonucunda oluşur.
Şu Fırat’ın suyu akar serindir / Yârimi götürdü kanlı zalimdir / Daha gün görmemiş taze gelindir / Söyletmeyin beni yaram derindir
Kömürhan Köprüsü Harput’a bakar / Körolası Fırat ocaklar yıkar / Ahbaplarım gelmiş ağıtlar yakar / Söyletmeyin beni yaram derindir
DÜNYA REKORU: 100 BİN BULLA
Zeugma kazıları sırasında ortaya çıkarılan ve bu alanda bir ‘dünya rekoru’ Gaziantep’e ve Türkiye’ye kazandıran ‘bullalar’ da Belkıs/Zeugma’yı eşsiz kılan özellikler arasında yer alıyor. Bulla ‘mühür baskısı’ anlamına geliyor. Yani bir mektup, bir ferman ya da paketi başka yerlere göndermek gerektiğinde, kapatılıp üzerine vurulan özel mühür baskı demek ‘bulla’. Bu da Zeugma’nın devlet arşivinin günümüze yansıyan izleri sayılıyor. Bir kısmı Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen bu önemli koleksiyondaki mühür baskılarının sayısı 100 bini buluyor. Arkeoloji uzmanları bu rakamın Dünya’da bir müze kayıtlarında bulunan en fazla bulla olduğunu belirtiyor. Pişmiş topraktan yapılan bu bullalar, üzerinde taşıdıkları son derece zengin tasvirler ile Belkıs/Zeugma’nın diğer antik kentlerle olan ilişkileri, dönemin ekonomik, sosyal ve dini hayatı üzerine benzersiz bilgiler edinmemizi sağlıyor.