Porsuk’un kenarından Eskişehir notları
İki dudağın arasından çıkacak “hadi” kelimesi kadar İstanbul’a yakın, heykelleriyle bir Avrupa kentini anımsatacak kadar alımlı, müzeleriyle size boş vakit bırakmayacak kadar dolu, binlerce öğrencisiyle, sokaklarıyla cıvıl cıvıl ve gencecik bir kent Eskişehir…
Aslında bugüne konu olan bu yolculuk yakın bir tarihte TCDD’den Anadolu’ya kalkan trenlere devlet eliyle pranga vurulmazdan evvel gerçekleşmişti. Yazmak bugüne imiş… Yine böyle bir mevsimde, kaldırım kenarlarında karlar varken, kış güneşi ısıtmayı bırakın sadece ortalığı aydınlatırken, Fatih Ekspresi ile yola çıkan bir kaç kendini bilmezin rakılı bir tren seyahatiydi bizimkisi. Yolculuk Cuma gecesi Haydarpaşa Gar Lokantası’nda başlamış, Fatih Ekspresi’nin yemekli vagonunda devam etmiş, bir tam gün boyunca Eskişehir’in altını üstüne getirdikten sonra ertesi gün yeniden İstanbul’da sonlanmıştı.
RAYLAR BOYUNCA MUHABBET
Gar Lokantası’nda biraz demlendikten sonra birazdan hareket edecek trenimize doğru yola koyulduk. Boynumuzda kırmızı siyah atkılar, içimizde yine bir tren yolculuğunun güzel heyecanı, aklımızda ise Eskişehir vardı. Tren hareket ederken, yemekli vagondaki masalarımıza oturmuş, Gar’dan bizi yolcu eden arkadaşlarımıza el sallıyorduk.
Trenle Eskişehir yolculuğu çok arafta bırakır insanı. Uyusan birkaç saat sonra uyanmka zorunda kalacağın için değmez. Uyumasan sabahın 5’inde varacağın kentte uykusuz kalacağın için ertesi gün yorar seni. Biz bunları pek de düşünmeden raylar boyunca muhabbetin, etraftaki karların, yine bir tren seyahatinin güzelliğini, keyfini sürdük.
Sabahın ilk ışıklarıyla Eskişehir’e vardığımızda arkadaşlarımız Eskişehir Garı’na bizleri karşılamaya gelmişlerdi. Kucaklaştıktan sonra ilk durağımız ayılmak için bir çorbacıydı. Sabah çorbalarını içtikten sonra kimimiz iki saatliğine de olsa uyumak için otellere çekilirken, kimimiz sabahçı kahvesinin yolunu tuttu.
DEVRİM İLE 50 YIL GERİYE GİTTİK
Kahvaltıların ardından kenti daha da tanımak, güzelliklerini keşfetmek için koca bir gün bizi bekliyordu. İlk olarak Devrim arabasının sergilendiği TÜLOMSAŞ Müzesi bahçesine yürüdük. Zaten bu kentte gezdiğimiz bir tam gün boyunca hiç araca binmedik, devamlı yürüdük. 1961 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in isteği ile yapımına başlanan otomobiller 4,5 ay gibi kısa sürede tamamlanmış. Yerli motora sahip ‘Devrim’den 4 adet üretilmiş, bugüne de sadece bizim de ziyaretine gittiğimiz bu otomobil ulaşmış. Hatırlayanlar olacaktır ki 2008 yılında Tolga Örnek’in yazıp yönettiği ‘Devrim Arabaları’ filmi de 4,5 aylık o dönemi beyazperdeye taşımıştı.
Devrim arabasını inceleyip, fotoğraflar çektikten sonra müzenin bahçesinde biraz yürüyüş yaptık. Sonra ise Porsuk Çayı kıyısından Odunpazarı evlerine doğru yol aldık. Odunpazarı, Osmanlı’dan günümüze kalan, Eskişehir’in ilk yerleşim yeri sayılıyor. Burada o tarihten bu yana aslına uygun restorasyonlarla ayakta kalan tarihi evleri görmek mümkün. Eskişehir’deki bir çok müze Odunpazarı’nda bulunuyor. Evler rengârenk ve gerçekten iyi restore görmüş, tertemiz sokakların birer güzel süsü adeta.
Bu evler arasında biraz yürüyüş yaptıktan sonra yine bu bölgede yer alan Çağdağ Cam Sanatları Müzesi’ne ilerliyoruz. Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi olan bu müzede yerli ve yabancı 40’ı aşkın sanatçının eserleri sergileniyor. Müzenin bulunduğu bina da üç Odunpazarı evinin birleştirilmesi ve sonrasında restorasyonu ile elde edilmiş. Müze içinde oldukça orijinal çalışmalar bulmak mümkün.
BALABAN KÖFTE İLE DOYDUK
Yol yorgunluğunun peşisıra sabahki yürüyüş ile acıkan bünyelerimiz için öğle yemeği vakti gelmişti. İstanbul’dan Eskişehir’e gelip sıradan bir şey yemek yerine buraya özgü bir lezzetle gezimizi taçlandırmak istedik. Bazı arkadaşlar tercihlerini ‘çibörek’ten yana kullanırken ben ‘Balaban köfte’yi tercih ettim birkaç arkadaşımla beraber. İskender kebaba benzerlik gösteren Balaban köftede yaprak döner yerine köfte kullanıyor. Bakır bir tabağın içinde servis ediliyor. Sosu biraz daha farklı olan Balaban köfteyi (bazı yerlerde kebap da deniyor) yolumuzun üzerinde bulunan pasajın içerisindeki ufacık bir mekânda yedik. Eğer yolunuz Eskişehir’e düşerse bu yemeği denemeyi ihmal etmeyin.
Sevdiklerimize çarşıdan birkaç parça hediye aldıktan sonra günün son durağı olan Karikatür Müzesi’ne gittik. İstanbul’da yer alan karikatür müzesiyle birlikte Türkiye’deki iki karikatür müzesinden biri de Eskişehir’deki bu müze. Yılda binlerce insanın ziyaret ettiği ufak ve şirin müzenin duvarları da haliyle gülüyor. Onlarca sanatçının çizimlerine, espirilerine, karikatürlerine yer verilen müzede zaman zaman farklı sergiler de gerçekleşiyor. Çıkışta bulunan Avni heykelciğine selam edip Karikatür Müzesi’nden ayrıldık.
Porsuk Çayı kenarındaki mekânımızda tüm arkadaşlarımızla yediğimiz akşam yemeği sonrasında yorucu, zevkli ve unutulmaz bu yolculuğu sonlandırmak için Eskişehir Garı’na doğru yola koyulduk. Belki bir gün daha olmalıydı Eskişehir’de daha fazla gezebilmek, tadını çıkartabilmek için. Zira Başkan Yılmaz Büyükerşen çok özenli bir kent yaratmış. Heykeller kenti ne de güzel yansıtıyor. Porsuk Çayı sakin sakin ve tertemiz akıyor. Biz göremedik ama yazın deniz olmayan kentte kumsal bile olduğu söyleniyor herkes tarafından! Esnaf ilgili, yüzleri gülüyor. Kısacası Eskişehir nefes alınabilecek, moral depolanabilecek, İstanbul’a sadece 3-4 saat uzaklıkta bulunan bir hafta sonu gezme, tozma ve moral noktası…
LÜLETAŞI DEYİNCE ESKİŞEHİR
Gezimizde Eskişehir’le özdeşlenen ‘lületaşı’nın izini sürüp ufak bir atölyeye girdik. Lületaşlarından yapılan süs eşyaları, tesbihler ve özellikle pipolar oldukça ilgi çekiciydi. Ustayla biraz sohbet ettiğimizde lületaşının işlemesinin çok zor olmadığını ama hammadde sıkıntısı çektiklerini öğrendik. Yeraltından çıkartılan lületaşını çıkartacak madenci bulmak artık gittikçe zorlaşmış. Hatta kısa bir süre önce bir gazetede çıkan “Çinliler’in taklit edemediği tek ürün” haberinin kupürünü gösterdiler bize. “Hammadde olsa onu da taklit ederler” diye de ekledi bir yandan önündeki lületaşını işleyen yaşı 70’i aşmış usta… Bugün lületaşı deyince akla Eskişehir geliyor. Fakat bundan 10 yıl sonra muhtemelen lületaşı ve bu taşı işleyen ustalar çok azalmış olacak. Bu da çok üzücü ama oradaki birçok ustanın dile getirdiği hüzünlü haber maalesef böyle.